Maddeye mana katan ruhtur. Onu salt hücrelerden ve atomlardan ayıran içine aktarılan düşüncedir.
Çok hoş bir tablo düşünün, bir şaheser… O tabloya bu letafeti ve sanateseri olma vasfını kazandıran üzerindeki boyalar yağlar ya da üzerine işlenilen kumaş mıdır? ”Auguste Rodin” in düşünen heykeline o derin estetiği veren heykelin taşının cinsi midir yahut yontulurken kullanılan çekiç mi? İşte bu estetik harikalarına akıtılan ve yüzyılları aşan o ruhtan bahsediyoruz.
Maddeci zihniyetin materyalist düşüncenin insanları ikna ve yönlendirme biçimi çok ilginçtir. Önce toplumun her noktasına ulaşılması lazım en ücra köyden en yüksek plazaya… Kitle iletişim araçları vasıtasıyla insanların zihnini bir hipnozcu gibi kontrol edebilirsiniz. Böylece bir toplumu maddeci ruhtan yoksun ve kapitalist zihniyetin birer kopyası haline getirebilir o milleti geçmiş bağlarından ve gelecek ümitlerinden koparabilirsiniz.
Fakat materyalist zihniyetin unuttuğu ya da kabul etmediği bir şey var. İnsanın terekkübünde asıl olan ruhtur, candır. İnsanların bedeni, zihni kontrol edilebilir zombileştirebilir. Ama ruhta ulaşılamayan bir nokta vardır ki bu, cevherin ve mananın yekpare olduğu yaşamın asıl kaynağının neresi olduğunun emaresidir.
Bu bir süreç… Öyleki doğanın devamlılığını kendimizle bir tutup evimizi yanıbaşındaki ağactan büyük yapmıyor iken güya estetiği bozduğu için asırlık bir çınarı yıkıp yerine taş yığını koymuşuz. Hiç dikkatiniz çekti mi bilmiyorum! Ama inanın denemeye değer. Bir gün, gün batımında Kadıköy’den Beşiktaş vapuruna binin. Avrupa yakasına doğru seyrederken Sultanahmet-Ayasofya tepesinde iki kubbeden ve bir kaç minareden haric göreceğiniz sadece ağaçlar ve tabiattır. Sanatın bizzat kendisi doğallığın bizzat kendisidir. Gün batımının kızıllığıyla şaheser bir tablo gibidir… Beşiktaşa doğru devam ettiğinizde Haliç’in diğer tarafında az önceki tepenin gölgesinde kalmış karanlık ve sanattan yoksun onlarca apartman yığınını göreceksiniz. Uzaklarda bir Galata kulesi var onun da etrafını sarmış lüzumsuz bir sürü barbar…
Siz her ne kadar İstanbul’un her bir yerini taş yığınlarıyla doldursanız insanlarını ruhsuz birer kukla haline getirseniz de bu milletin içinde var olan ruh sokaktaki bir çocuğun tebessümünü keşfeder. Siz her ne kadar şehri kare kutucuk apartmanlarla harab etmiş olsanız da biz kadıköyden beşiktaşa geçerken mananın maddeye nasıl bir galibiyet kazandığını ”Sultanahmet” sırtlarında görürüz.
İşte tüm insanların içinde derinlerde bir yerde yatan şefkat özlem merhamet estetik duyguları insan mürekkebinde var olan ruhtur.
Güzelliği kadın vücudunda şehvetde değil onun ruhundaki zerafette incelikte aramalıyız. O müthiş tadı dudaklarda değil dudaklardan kulaklara akseden hoş bir lahza da aramalıyız. Zira beden ölür ruh baki kalır.
…
Aslında bu bir çağrı… Kendinizi kendimizi keşfetmenin dünyaya maddesel gözümüzle değil mana aleminin gözüyle ruhumuzla bakabilmenin çağrısı. Şayet bu garblı zihniyete boyun eğmiş ”hangi zamandayız ki” görüşündeyseniz sele kapılmış bir odundan farkınız yok. Şayet ki içinizde bir nebze olsun ruh varsa bir damla olsun sanat kalmışsa bu selden muhakkak kurtulursunuz.
Gönül gözümüzle görmek ümidiyle…
…
Selametle…
0 yorum