Open top menu
#htmlcaption1 SEA DICAT POSIDONIUM EX GRAECE URBANITAS SED INTEGER CONVALLIS LOREM IN ODIO POSUERE RHONCUS DONEC Stay Connected
24 Mart 2015 Salı
no image

Tokat'ta meyve ağaçlarının dallarına içi su dolu pet şişeler asan çiftçi, kendi geliştirdiği bu yöntemle daha fazla meyve almayı planlıyor.
Meyve ağaçlarının dallarına içi su dolu pet şişe asıyor, çünkü...
Tokat'ta kiraz ağaçlarının dallarına bir kiloluk ile 5 kiloluk içi su dolu pet şişeleri asılı olarak görenler şaşkınlığını gizleyemiyor. 52 yaşındaki çiftçi Ahmet Coşar, Amasya'daki bahçesi ve Tokat'ta yetiştirdiği meyve ağaçlarında uygulamaya koyduğu ilginç buluşu ile göğe doğru yükselen ağaçların dallarını aşağı doğru eğerek büyümesini sağlamayı hedefliyor. Kiraz ağacının yukarı doğru dallanmasını önlemek ve ana gövdesinden meyve alabilmek için böyle bir yönteme başvurduğunu ifade eden Coşar, “Kiraz ağaçlarının dallarını yatırarak içi su dolu pet şişeleri iple bağlıyorum. Böylece ağacın gövdesi daha fazla güneş alırken, dalların yukarı doğru gitmesini önlüyorum. Esas artısı ise ağacın gövdesindeki meyve gözleri hava ve güneşi tam aldığı için daha pişkin oluyor, soğuğa daha dayanıklı oluyor. Geçen yıl çok faydasını gördüm” dedi.

Daha önceden iple ağaçların dallarını bağlatarak yere doğru eğdiğini ifade eden Çolak, ipin yağmur ve güneşte çürümesi nedeni ile kendince böyle bir yöntem geliştirdiğini belirterek, “9. aya kadar bu şekilde duracak. Ağaca hiçbir zararı yok, artısı var. Görenler şaşırıyor. Bu şekilde Allah nasip ederse verimi artıracağım. Mart ayında bu yöntemle ayrıca ağacımın daha güvenli olduğunu hissediyorum. Geçen yıl faydasını gördüm. Güneşi görmeyen yerdeki meyvenin özü ile gören yerdeki meyvenin özüne göre daha sakattır” diye konuştu.

Read more
10 Mart 2015 Salı
 MACAR SUBAYININ KIZI


Sultan II. Murad devri. 1441 senesinde Macaristan üzerine yapılan bir akında, Akıncı birliklerimiz pusuya düşürüldü ve bir çok asker ile birlikte Akıncı kumandanlarından Rüstem bey de esir edildi. Rüstem bey, gayet yakışıklı ve zeki bir gençti. Macar kumandanı ondan hoşlandı ve kendi hizmetine aldı. Konağında ona bir oda verdi ve bütün şahsi işlerini ona havale etti. Gayet dindar olan Rüstem Bey, şartlar ne olursa olsun beş vakit namazını bırakmaz ve vakti girince hemen kılardı. Her işin üstesinden kolayca gelmesi ve kıvrak zekası sayesinde ibadetine kimse karışmıyordu.
Macar subayının genç bir kızı vardı. Gayet güzel ve zeki olan bu kız, Rüstem Beye aşık olmuştu. Fakat bir Müslümana olan bu hislerini kimseye söyleyemiyordu. Rüstem Beyi uzaktan takibeder, bilhassa namaz kılarken gizlice onu seyreder, hayran hayran bakarak gözyaşları içinde; “Allahım, bana da bu Osmanlının dinine girip, onun gibi ibadet etmeyi nasib eyle!” diye yalvarırdı.Genç kız bu aşk ve hasretten hastalanarak yatağa düştü. Hiçbir hekim onun derdine çare bulamadı. Artık son anlarını yaşıyordu. Bütün ailesi başına toplanmışlar, gözyaşları içinde dua ediyorlardı. Kız bir ara gözlerini açarak;“Esirimiz olan o Osmanlıyı da görmek istiyorum” dedi. Rüstem beyi hemen çağırdılar. Kız, ona yaklaşmasını işaret etti ve yakınına gelince kulağına;“Bizim buralarda âdettir, bir kadın ölünce mücevherleriyle birlikte gömerler. Ben ölüyorum. Yarın mezarıma gel ve tabutumu aç, yanıma koyacakları mücevherleri al. Onları satarak parasını babama ver ve böylece hürriyetine kavuş” dedi. Biraz sonra da bir şeyler mırıldanarak ruhunu teslim etti. Yüzü nurlanmış, sanki gülümsüyordu. Ertesi gün mezarlığa giden Rüstem Bey, kızın mezarını açtı. Tabutun kapağını kaldırınca, gördüğü manzara karşısında şok geçirdi; tabutta yatan, kendi babasıydı. Fakat bu nasıl olurdu; kendi memleketi, buradan bir aylık mesafede bir Anadolu kasabasıydı. Rüstem bey biraz sonra kendini toparladı ve tabuttaki mücevherleri alarak mezarı kapattı. Ertesi gün çarşıya giderek mücevherleri sattı ve Macar subayına bu altınları vererek kendisini serbest bırakmasını istedi. Macar subayı;“Ben senin hizmetinden memnunum. İstersen burada hür olarak yanımda çalışmaya devam edebilirsin, istersen memleketine dönebilirsin” dedi ve bir emanname yazarak ona verdi. Rüstem bey hemen yola çıktı ve haftalarca yol giderek memleketine ulaştı. Bir akşamüzeri evine geldi. Kapıda oğlunu gören annesi, sevincinden az kalsın bayılıyordu. Bir müddet hasret giderdikten sonra Rüstem bey, babasını sordu. Annesi;“Oğlum baban sizlere ömür, geçen ay vefat etti” dedi. Rüstem beyin içine bir kurt düşmüştü. “Tam olarak gününü ve saatini biliyor musun anne?” diye sordu. Aldığı cevap onu daha çok hayrete düşürdü. Çünkü babası, Macar subayının kızı ile aynı anda ölmüştü. Rüstem bey o gece mezarlığa giderek babasının kabrini buldu. Yanında getirdiği kürekle mezarı açtı. Bir de ne görsün! Mezarda yatan Macar subayının kızı idi. Bembeyaz kefene sarılmış, yüzü ay gibi parlıyor, sanki Rüstem beye gülümsüyordu. Daha taptaze duruyordu. Hemen mezarı kapatarak eve döndü. Ertesi gün annesinden, babası hakkında bilgi istedi;“Anne, babam nasıl birisiydi?”“Oğlum, biliyorsun, baban hocaydı. Talebelere ilim öğretir, camide vaaz verirdi. Fakat kendisi bunları tam tatbik etmezdi. En mühimmi de, gece yarısı guslü icabettiren durum olunca, ‘Şu gusül olmasa ne iyi olurdu, gecenin bu vaktinde nasıl gusledilir, nereden çıktı bu’ diye söylenirdi.”Rüstem bey, o zaman bu işin hikmetini anladı. Namaza aşık olan bir kafir kızına son nefeste iman nasib olmuş, bir farzı lüzumsuz gören bir hoca da imansız ölmüştü.
Read more
2 Şubat 2015 Pazartesi
HER DERDE DEVA 'GEBERE' BİTKİSİ


Peygamber efendimizin kapari bitkisi ile ilgili Hadisi şerifi: İbni Abbas (r.a.) demiştir ki Ben benzi sararmış olarak peygamber aleyhisselamın yanına varmıştım, Ey İbni Abbas bu ne haldir diye sordu. Bende Basur hastalığı var dedim, Küçük yaşta olmana rağmen öylemi, Gebereotunun çiçek tomurcuğunu alıp iyice döversin, sonra sulandırıp içersin buyurdu.Bende aynen yaptım iyileştim. Kaynak:Tıbbi-Nebevi cilt 1 sf.89 Hadis kaynağı:Ebu Nuaym vr. 81ab
Evliya Çelebi, 400 yıl öncesinde keşfetmiş bu bitkinin varlığını.Ünlü “Seyahatname”sinde bakın neler söylüyor kapari için , Çorum’un Osmancık İlçesini tanıttığı bölümde? “.İşte bu kumlu toprakta, bu iklim şartlarında “gebre” adında bir yemiş yetişiyor ve bu yöre halkı bu yemişin sirkeli turşusunu yapıyor.Bu turşu için “ çok faydalı” diyor Evliya Çelebi.Faydalı oluşu hastalıklara deva olmasından, zindelik, sağlık , güç vermesinden olsa gerek.Ve meşhur olması da lezzetli, faydalı oluşundan Akdeniz Ülkelerinde ilk çağlardan bu yana gıda ve tedavi amaçlı kullanılan kapari bitkisinden günümüzde boya ve kozmetik sanayiisin de yararlanılmakta.
Kaparinin tomurcukları dışında “karpuzcuk”da denilen meyveleri ve sürgün uçları da salamura ve sirkede muhafaza edilmek suretiyle gıda olarak değerlendiriliyor.Özellikle de Kıbrıs’ta ve İspanya’da sürgün uçları, vejetasyonun başlarında taze iken toplanıyor.Tabii yine sirke ve tuz ile terbiyelendikten sonra tüketiliyor.Çünkü acılığı- ki bu acılık içeriğindeki hardal yağı glikosidinden kaynaklanıyor- ancak bu şekilde gideriliyor ve asıl tadı ortaya çıkıyor. 

Kaparinin bezelye büyüklüğündeki tomurcuklarının protein, vitamin, mineraller, rutin ve hardal yağı glikosidi yönünden oldukça zengin olması, onu doyurucu bir besin haline getiriyor.Özellikle turşusunda ortaya çıkan iştah açıcı aromatik kokusunun kaynağı da hardal yağı glikosidi.Kapari turşusunda sadece kokusunu değil, keskin tadını da bulabilirsiniz hardal yağının. Gençleştirici ve “afrodiziak”- cinsel gücü arttırıcı- etkisi de keşfedilen kapari tomurcukları, Avrupa ve Amerika da vazgeçilmez bir çeşni olarak sofrada yerini alıyor.Özellikle Batı Avrupa ülkelerinde kaliteli bir meze olarak kabul görüyor.Kapari tomurcukları salamura edildikten sonra, zeytinyağı ve limonla işlem görüyor ve mezeye dönüşüyor;sofraların baş tacı oluyor. 
İnsanlar kapariyi gıda niyetine tüketirken aynı zamanda, pek çok hastalığa karşı da bağışıklık kazanıyorlar.Örneğin özündeki rutin, kılcaldamarlardaki kanamaları önlüyor. Hayvanlar yediğinde ise sonuç inanılmaz.Süt ve yumurta verimi oldukça artıyor. Kaparinin her şeyi değerli; hiçbir şeyi atılmıyor.Dal uçları, tomurcukları, meyveleri gıda sektöründe;yaprakları sertleşmiş dalları, kökleri de ilaç, boya ve kozmetik sanayiinde değerlendiriliyor. İspanyollar köklerinden yaptıkları ilaçları, hemoroidin tedavisinden kalça rahatsızlıklarının giderilmesine, kadınların regl dönemlerinin düzenlenmesinden sancıların giderilmesinde kullanmışlar.Sirkesinden diş ağrılarının giderilmesinde faydalanılmış.Yine köklerinden zehirlenmelere karşı panzehir elde etmeyi başarmışlar.
Hindistan’da kaparinin kök kabuğu, taze veya kurutulmuş olarak yüzyıllardır müshil, tonik balgam söktürücü, solucan düşürücü, ağrı kesici olarak kullanılmakta.Romatizma ağrıları olanlar, felç geçirenler, dalak büyümesi şikayeti olanlar şifayı kaparinin kök kabuklarından elde ettikleriilaçlarda bulmuşlar. Avrupa’da meyveleri ve çiçek tomurcukları, müshil(kabızlık giderici) ve diüretik(idrar söktürücü) olarak kabul edilmekte, uyarıcı ve iskorbüt hastalığını önleyici olarak değerlendirilmekte.Yaprakların ezilmesiyle hazırlanan lapa ise gut hastalığının tedavisinde kullanılmaktadır.Ayrcıa kan bozuklarının giderilmesinde yine kapariye başvurulmakta. Türkmenistan’da kapari türlerinden polifenol nitelikli altı madde elde ediliyor. Uluslararası Kanser Enstitüsü’nde yapılan çalışmalarda kapari, antitümör aktivitesi sağlayan “ekstrakt”ın hazırlanmasında kullanılan bitkiler arasında yer alıyor.





Read more
21 Ocak 2015 Çarşamba
no image

Gobelitepe
Her şey, 1983 yılının sıradan bir gününde tarlasını karasabanla sürmekte olan bir çiftçinin, toprak altında bulduğu oymalı taş ile başladı!
İhtiyar çiftçi, dünyanın gelmiş geçmiş en ‘gizemli’ arkeolojik kazılarından birini başlatacağından habersizdi.
1996 yılında Şanlıurfa Müze Müdürlüğü’nün başkanlığında Alman Arkeolog Harald Hauptmann danışmanlığında başlatılan çalışmalar, başlangıçta sıradan bir arkeoloji çalışmasını andırıyordu! Kazı devam ettikçe, klasik bir arkeoloji araştırmasından beklendiği gibi, ortaya çıkan bulguların soru işaretlerini aydınlatacağı umuluyordu.
Fakat soru işaretlerini gidereceği düşünülen bulgular, tam tersine kafa karıştırmaya başladı! Kazı alanı belirginleşmeye başladıkça, arkeologların şaşkınlığı daha da arttı! Ortaya çıkan yapılar, heykeller ve simgeler, insanlık tarihiyle ilgili bildiğimiz hiçbir şeyle uyuşmuyordu!
23 Nisan 2008’de The Guardian’ın attığı başlık kafa karışıklığını oldukça iyi anlatıyordu: “Arkeologları Sersemleten Kazı Alanı!”
Şanlıurfa’nın 17 kilometre doğusunda yer alan Göbekli Tepe’nin ünü bir anda dünyaya yayıldı! Konuyla ilgili haber ve köşeyazıları katlanarak artmaya başlamıştı! Herkes, hiçbir tarihçi ve arkeologun tatmin edici bir açıklama getiremediği Göbekli Tepe’yi konuşmaya başladı!
Gobelitepe-2
Peki neydi Göbekli Tepe’yi bu kadar esrarengiz kılan?
Göbekli Tepe kafa karıştırıcıydı çünkü, her şeyden önce tamı tamına 12.000 yaşındaydı!
Bu, insanlık tarihiyle ilgili bugüne kadar bildiğimiz her şeyi yerle bir ediyordu! Yazılmış on binlerce kitap ve yüz binlerce makaleyi çöpe attıracak bir bilgiydi bu!
Çünkü bugüne kadar yaptığımız arkeolojik kazılar ve buna dayalı olarak geliştirdiğimiz tarih bilimi, insanlığın 12.000 yıl önce henüz ‘emekleme’ çağına bile geçmemiş bir bebek olduğunu söylüyordu!
Tarih kitaplarına göre o çağlarda yaşayan insanın, henüz avlanarak ve bitki toplayarak hayatını sürdüren, dili, dini, kültürü, sanatı olmayan, yerleşik yaşama bile geçmemiş bir ‘sürü’ olması gerekiyordu!
Halbuki Göbekli Tepe’de devasa büyüklükte kayaların ayağa dikilmesiyle oluşturulmuş, özenle inşa edilmiş, özenle süslenmiş 8 ila 30 metre çapında 20 adet tapınak bulunmuştu! Tapınakta 3 ila 6 metre büyüklüğünde, 60 ton ağırlığa ulaşabilen T biçiminde dev heykeller yer almaktaydı!
Tarih bilimi altüst oluyor!
Klasik tarih biliminde, insanlığın büyük dönüşümünün M.Ö. 10 bininci yıllarda, tarımın bulunuşuyla başladığı varsayılıyordu!
Tarım yerleşik hayatı, yerleşik hayat da “binlerce yıl içinde” kültürü, sanatı ve dini, yani “Uygarlığı” meydana getirmişti.
Klasik uygarlıklar sıralaması şöyleydi:
Sümer Uygarlığı (İÖ.4000): Dicle ve Fırat
Mısır Uygarlığı (İÖ.3500 ): Nil Nehri
Maya Uygarlığı (İÖ. 2600): Güney Amerika
Hint Uygarlığı (İÖ.2500): İndüs Irmağı
Çin Uygarlığı (İÖ.1500): Sarı Irmak
Dikkat edilirse, ilk uygarlık olarak bilinen ve taş yapılar yapabilme kapasitesine sahip ilk topluluk olduğu düşünülen Sümer Uygarlığı’nın bile İ.Ö. 4000 yılında ortaya çıktığı görülmektedir!
O halde Sümerler’den 7.000 yıl önce, insanlığın henüz ok ve zıpkınlarının ucuna keskin taşlar bağlamayı bile yeni öğrendiği düşünülen bir çağda, bu büyüklükte yapılar nasıl inşa edilebilmişti?
Bilim insanları, aynı soruların benzerini daha önce İngiltere’deki “Stonehenge” ve Mısır’daki “Piramitler” için de sormuşlardı! “Teknolojinin bu denli geri olduğu bir çağda, insanlık bu büyüklükteki yapıları nasıl inşa edebilir?” sorusu, başlıca merak konusuydu!
Göbekli Tepe bulguları, bu soruları bile ‘anlamsız’ hale getirdi!
Zira Şanlıurfa’da ortaya çıkarılan tapınaklar, Stonehenge’den 7000, Piramitler’den 7500 yıl eskiydi!
Gobelitepe-3
Bazı taşlar Stonehenge’dekinden çok daha iriydi ve Stonehenge taşları kabaca oyulmuş, özelliksiz kayalardan oluşurken, Göbekli Tepe’dekiler ince resim ve işlemelerle donatılmıştı!
Göbekli Tepe’deki dev kaya-heykelleri inceleyen National Geographic araştırmacısı, konuyla ilgili belgeselde meseleyi özetleyen şu cümleyi kuruyordu: “Bu dönemde yaşayan insanların bu tapınakları yapabilmesi, üç yaşında bir çocuğun elindeki oyuncak tuğlalarla Empire States’i inşa etmesine benziyor!”
Anlaşılması güç sembolizm!
İnsanlığın Sümer ve Mısır yazısını daha yeni çözdüğünü ve bu toplumları anlamak için bu yazılı metinleri kullandığı düşünülürse, Göbekli Tepe’nin daha uzun süre “gizem” olarak kalacağını söyleyebiliriz.
Zira 12 bin yıl önce yaşayan bu insan topluluklarıyla ilgili elimizde “yazılı” hiçbir bulgu yok!
Günümüzden o kadar eskide yaşamışlardı ki, “Kimdiler, neye inanırlardı, nasıl yaşarlardı ve ne düşünürlerdi?” gibi sorulara verebileceğimiz hiçbir yanıt bulunmuyor!
Kayalar üzerine işlenen motiflerin anlamını çözmek bu yüzden oldukça zor.
T şeklindeki sütunların tümü, ‘insan şeklinde’ resmedilmiş. Ellerini kasıklarının üzerinde birleştiren dev insanlar. Yine Göbekli Tepe’de bulunan ve dünyanın en eski heykeli kabul edilen heykel figürü de, yine ellerini kasıklarında birleştirmiş bir insanı betimliyor. Bu ve buna benzer sembolizmlerin ne anlama geldiğini kimse bilmiyor!
Gobelitepe-4
Üstelik, Göbekli Tepe’deki gizem ve bilinmezlikler bu kadarla da sınırlı değil. 20 tapınak, inşa edilmelerinden tam 1000 yıl sonra tonlarca toprak taşınarak örtülüyor ve üzerleri tamamen kapatılıyor.
Yapımı için büyük çaba harcandığı belli olan bu muhteşem tapınakların neden daha sonra yine muazzam bir emek harcanarak gömüldüğünü anlamak mümkün değil!
Göbekli Tepe’nin gizemi o denli büyük ki, ona gösterilen uluslararası ilgi her geçen gün daha da büyüyor! Geçtiğimiz günlerde Göbekli Tepe’yi manşete taşıyan İngiliz Guardian Gazetesi, bölgenin yakında “Mısır Piramitleri” kadar ünlü olacağını açıkladı!
Belli ki, önümüzdeki yıllarda Göbekli Tepe daha çok konuşulur, daha çok tartışılır olacak. Türkiye’de yaşayan herkes, bunun ülkesi için ne kadar büyük önem taşıdığının bilincinde olmalı!
Read more
15 Ocak 2015 Perşembe
MENDİLCİ ÇOCUĞUN HİKAYESİ



''Mendil alır mısın abi?'' dedi, kirli ama güzel yüzüyle.
''Yok'' dedim, ''Sağ ol, sağ ol, benim var''
''Olsun sonra kullanırsın'' dedi titrek sesiyle.
''Peki'' dedim, ''Ver bir tane''
Uzattım parayı, sevindi. ''Mendil kalsın'' dedim, gücendi.
''Olmaz öyle şey, ben dilenci değilim''
''Peki'' dedim, ''Peki, kızma''
Aldım mendili elinden sordum: ''Adın ne senin?''
''Murat'' dedi, ''Murat ama arkadaşlar 'İnce', der zayıfım ya hani.''
''Annen, baban yok mu senin?''
''Bilmem, vardır herhalde. Hiç görmedim ki.''
''Peki nerede yaşıyorsun sen? '' dedim.
''Her yerde'' dedi, hem de gülerek...
''Nasıl yani her yerde?''
''Öyle sınırlamıyorum kendimi sizler gibi'' dedi ve patlattı kahkahayı.Haksız da sayılmazdı hani...
''Kimden alıyorsun sen bu mendilleri?''
''Sakallı Mehmet Amca'dan''
''Kaçtan veriyor sana tanesini?''
''İkiyüzelli'den''
''Peki sen ne kazanıyorsun mendil başına?''
''Ee!.. İkiyüzelliii''
''Ne yani hiç para almıyor mu Mehmet Amca'n senden?'' diye sordum şaşkınlıkla.
Biraz kızgın baktı yüzüme: ''Siz hep böylesiniz zaten, karşılıksız iyilikten anlamazsınız.''
''Niye ki?'' dedim, anlattı:
''Bir keresinde bir abla ağlıyordu, 'Abla mendil alır mısın?' diye sordum, 'Defol!...' diye bağırdı bana. Oysa, oysa vallahi satmayacaktım ben ona, gözyaşlarını silsin diye vermiştim mendili. Anlamadı... Ama ben yine de gizlice koydum çantasına.''
''Peki'' dedim, ''Ben bir yıllık mendil ihtiyacımı alsam senden, bir seferde, topluca yani olur mu?''
''Olmaz'' dedi kafasını iki yana sallayarak.''Olmaz!... O zaman benim bütün günlerimi satın alırsın. Satılık olanlar sadece mendiller abi. Günlerimi bırak, bana kalsın...''
Atalay Demirci / Çocukça Mendil
Read more
13 Ocak 2015 Salı
KIZI ÇOCUĞU OLANLAR MUTLAKA OKUMALI


Bir dostum gönderdi. Senin de kızın var “oku ve ağla” dedi. Kızı olup okuyupta ağlamayan varsa; Ya kalp onun değildir, ya göz, ya da kız. Kızı olmayıp ta oğlu olanlar, kız torun için dua etsinler. Tadı çok farklı…
HAYATIMDA BELKİ BİR ÇOK PRENS OLACAK AMA BABAM HEP KRAL KALACAK ….
Kız çocuklarının hayatına giren ilk erkek babalarıdır.
Kız çocukları daha altı aylıkken babalarının sesine ve dokunuşlarına annesinkinden daha farklı tepkide bulunmaktadır. Yani babayı algılamakta ve ayırt etmektedir.
Babalar kızlarının gözünde daha güçlü ve daha akıllıdırlar. Bu nedenle daha çok saygı uyandırırlar. Babalar kızlarının ilk aşkıdır. Kız gözünü açınca babayla karşılaştığı için onu idealize eder. Bu idealizasyonun ölçüsü, kızın daha sonraki ilişkilerindeki sevgi arayışını da etkileyecektir.
Babası fazlaca idealize eden bir kız, asla onun gibi birini bulamayacaktır. Kız çocuklarının genelde babalarına benzeyen erkekleri eş olarak seçtikleri bilinmektedir.
Aralarında kimsenin anlayamadığı,anlam veremediği bir sahiplenme söz konusudur..küçüksünüzdür,babanız daima yanınızda olsun,en nihayetinde büyürsünüz,biri girer hayatınıza,bir erkek arkadaş…babanıza eskisi kadar ilgi göstermezsiniz artık.. bu boşluk hissi onun zoruna gider ve bu kez babanız sizin odanızın kapısının önünde beklemeye başlar…
0 YAŞINDA
Baba :
Ne kadar da güzel. Şimdi bu küçücük şey benim kızım mı…
Gözleri de bana ne kadar çok benziyor…
Kızı :
Bu gözlerini benden hiç ayırmayan adam babam olsa gerek…
5 YAŞINDA
Baba :
Prensesim benim, güzel kızım…
Söyle bakalım baban sana ne alsın…¿
Kızı :
En çok babamı seviyorum…
Babam, niye annemle uyuyor…¿
Hep benimle uyusun, başkasını sevmesin…
10 YAŞINDA
Baba :
Gittikçe yaramaz oluyor, kime çekti bu kız…¿
Kızı :
Ben babama aşığım…
Büyüyünce babam gibi erkekle evleneceğim…
Babam bu ay harçlığımı arttırır mı…¿
15 YAŞINDA
Baba :
Ne kadar da çabuk büyüdü…
Eve de gittikçe geç kalmaya başladı, bu gidişle başına kötü bir şey gelecek… Sanırım daha sert konuşmalıyım…
Kızı :
Babam yüzünden arkadaşlarımla istediğim kadar vakit geçiremiyorum…
Bana baskı uygulamasından nefret ediyorum…
Ne zaman özgür olacağım…¿
20 YAŞINDA
Baba :
Artık sözümü dinlemiyor, benden giderek uzaklaşıyor…
Kendi parasını da kazanmaya başladı ya, bana ihtiyacı kalmadı tabii.
Uzun zamandır tatlı bir-iki laf geçmedi aramızda zaten…
Evi de sürekli erkekler arıyor. Galiba kızım elden gidiyor…
Kızı :
Her dediğime alınıyor, beni bir türlü anlamıyor…
Hele geçen gün giydiğim mini eteğe karışmasına ne demeli…¿
Evden ayrılıp, kendi hayatımı kurmalıyım…
Çocuk muamelesi görmekten bıktım artık!…
25 YAŞINDA
Baba :
Bir gün bunun olacağını biliyordum…
İşte evleniyor…
Zaten aramız eskisi gibi değildi…
Şimdi bir de kocası var…
Prensesim beni terk ediyor…
Kızı :
Böyle bir günde bile o mutsuz ifadeyi takınmasının ne lüzumu var ki…¿
Biliyorum, onu bir türlü içine sindiremedi. Bu yüzden yapıyor…
Kendi hayalindeki damat değil ya!…
Sanki birlikte yaşayacak olan o…
30 YAŞINDA
Baba :
Çok az görüşüyoruz. Daha sık bir araya gelsek ne iyi olur…
Hem torunlarımı da özlüyorum…
Kendi arkadaş çevrelerinden fırsat bulup da bize gelemiyorlar ki…
Kızı :
Babamları da çok ihmal ediyorum galiba…
Yine telefonda çok üzgün geldi sesi…
Hafta sonu onlara sürpriz yapmak en iyisi…
40 YAŞINDA
Baba :
Kızım, benim entelektüel düzeyimi yeterli bulmuyor…
Ona göre çağın gerisinde düşünüyormuşum…
Oysa küçükken derslerine hep ben yardım ederdim…
Anlayamadığı bütün problemleri bana sorardı…
Şimdi beni beğenmiyor…
Bir daha onunla asla politik tartışmalara girmeyeceğim…
Kızı :
Babam giderek daha da çocuk gibi davranıyor…
Sürekli bir şeylerden yakınıyor…
Gerçi son zamanlarda sağlığı da iyi değil ama…
Ya ona bir şey olursa…¿
Zaten hiçbir zaman dilediği gibi bir evlat da olamadım…
45 YAŞINDA
Baba :
Kızımın mutlu bir yuvası olması ne güzel…
Gözüm arkada gitmeyeceğim. Her şeyi kendi başardı…
Onunla gurur duyuyorum…
Kızı :
Babam için çok endişeleniyorum. Onu kaybetmeye hazır değilim…
İlaçlarını da hep ihmal ediyor zaten…
Allah’ım onu benden alma!
50 YAŞINDA
Baba :
Dünyada mutlu kal kızım !…
Kızı :
Seni çok özleyeceğim ve arayacağım babacığım…
Şimdi ben kime danışacağım, kim yardım edecek bana…¿
Ne olur gittiğin yerde çok mutlu ol…
Ve hep yanımda olduğunu hissettir,
Ne bileyim ben, arada sırada işaretler yolla mesela…
Ah babacığım! Sensiz nasıl yaşayacağım…¿
55 YAŞINDA
Kadın :
Sen gideli, seni daha iyi anlıyorum babacığım…
Keşke seni hiç üzmeseydim demeyeceğim,
Çünkü “keşke”lerin hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini biliyorum….
Yine de beni duyuyorsan, lütfen seni
üzdüğüm her gün için çok ama çok pişman olduğumu bil olur mu…¿
Babalar ve kızları, başka hiç kimsenin anlayamayacağı bir dili bilirler ve konuşurlar kendi aralarında. Kendilerine ait bir dünyaları vardır ve mutlu, huzurlu yaşarlar o dünyada.
Babasının kocaman elinin içine kendi minicik elini koyup güvenle yürür yolda küçük kız. Birlikte, baş başa, tiyatro oyunlarına giderler, sergilere, şiir ve hikaye yarışmalarına, İstanbul’u keşfetmeye, Boğaz’a, edebiyatla ve güzel kelimelerle anlatılan hayatın gerçeklerini keşfetmeye..
Yaşamı birlikte keşfederler babalar ve kızları.. Yıllar sonra yolda babasının elinden tutmuş giden küçük bir kız görürse eğer genç kız, ‘eski zamanları hatırlar, dolar gözleri..
‘Bana bir masal anlat baba’ der kız babasına, o da her gece yatmadan önce, kendi hayal gücünden çıkıp bütün dünyayı kapsayan, hayatı yansıtan masallar anlatır kızına. Elini tutar, uykunun sihirli ülkesine gitmesini beklerken..
39 derece ateşle yatarken, sayıklarken küçük kız yatağında, babası gelip ne kadar ateşi olduğunu anlamak için dudaklarını alnına dokundurur.. Küçük kız büyüyünce anlar ki hayatı boyunca bir daha hiç kimse onu aynı şefkatle öpemeyecektir. Bütün küçük kızlar babalarının prensesidir.
Genç kızın yüreği, tanıştığı bütün erkeklerden önce, herkesten en önce, babasına aittir. Babalar ve kızları, daha sonra hiç yakalayamayacaklarını bildikleri bir huzur ve güvenle yaslanırlar birbirlerine hayatta.
Baba bir sığınaktır kızı için, yaşamın fırtınalarından, yıpratıcı gerçeklerinden, canını acıtan bütün her şeyden uzaklaşmak istediği zaman sığınabileceği sessiz ve güvenli bir liman gibidir. Kızı hangi yaşta olursa olsun, çaresizlik içinde boğulurken dahi, elini uzatıverirse babasına, babasının elini tutacağını bilir. Asla bırakmayacağını da..
Read more
12 Ocak 2015 Pazartesi
EBENİN ÖREKESİ NEDİR?

KOCA KARI İLACI
Modern tıbbın gelişmediği ve yaygınlaşmadığı devirlerde, yüzyıllar ötesinden süre gelen hastalıkları iyileştirme ve hastalıklardan korunmada başvurulan usullere “sağlatmaca”, bir başka ifade ile halk hekimliği denilmiştir. Halk hekimleri, hastalıkları temeli bitkilere dayanan ve “Kocakarı!” ilacı olarak ifade edilen ilaçlar ile tedavi etmeye çalışmışlardır. Fakat bir süre sonra geleneksel tedavi yöntemlerinin ve halk hekimliğinin çağın gereklerini karşılayamadığı görülmüş ve modern bir tıp eğitimi tesis etmek için çalışmalar başlamıştır. Bütün bu gelişmelerin yanında “Kocakarı ilacı” deyiminin çıkış noktası olan ebeler üzerinde de bazı çalışmalar yapılmaya başlanmıştır.
Ebelik, geleneksel ve tarihi en eski sağlık mesleğidir. Hedefindeki “bakım” daima kadın merkezli olmuştur. Ebelik toplum içerisinde bir meslektir. Yeni bir canlının dünyaya gelmesine yardımcı olmak, doğum ağrısı çeken bir annenin acısını dindirmek ve aileye istek ve özlemle beklenen birinin katılımını sağlamak ebelerin toplum içinde saygın bir yer edinmesine neden olmuştur. Hamile bir kadının tıbbi bir yardım almadan doğurabileceğine inanıldığı için doğumları hekimler değil ebeler yapmışlardır. Hekim sayısının azlığı, yardıma ihtiyaç duyulan anda hekime ulaşmada zorluk yaşanması, alışkanlıklar, yaşanılan bölgenin kültürel yapısı gibi nedenler ebe seçeneğine yönelmeyi daha yaygın hale getirmiştir.
Türk toplumunun her devresinde yer alan ebeler doğuma hizmet ettikleri için çok saygı ve sevgi görürlerdi. Ebelik eğitimi usta-çırak ilişkisine dayanırdı. Doğum yapacak kadına yardımcı olduğu için el üstünde tutulan ebelerin her söylediklerine itibar edilirdi. Modern tıbbın göstermiş olduğu yeniliklerden sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerine tıp ilmi öğretilmesi için medreseler kurulmuş ve o yüzyılın en meşhur tıp âlimleri hoca olarak tayin edilmişlerdi. Tabip sayısı az olduğu için bir yönüyle hekimlikle ilişkisi vardır inancıyla ebe hanımlardan hastalar için ilaç sorulmaya başlanmıştır. Onlar da bilmediklerini itiraf edecek yerde ilaç tarifine girişmişler ve zamanla halk arasında “Kocakarı ilaçları” ile yapılan bir tababet ortaya çıkmıştır. Ebelerin tertipledikleri ilaçlar zararlı ve zehirli maddelerden değil, zaten halk arasında da bilinen bitkilerden elde ediliyordu. İlerleyen devirlerde tıbbî sahada uzman sayısı artmaya başlamış, sonra Mekteb-i Tıbbiyeler açılmıştır. Fakat hâlâ eski ilaçlardan bazılarını tarif ve tavsiye edenlerde olmuştur.
“Ebenin örekesi” deyimi
Ebelik, gebelik ve doğumla ilgilenen bilim ve sanattan oluşmuş bir meslektir. Tarihte uzun dönemler boyunca doğuma fizyolojik bir olay gözüyle bakılmış, kadının profesyonel bir yardım almadan doğurabileceğine inanılmış ve tıbbi müdahaleler sadece sıra dışı durumlarda
kullanılmıştır. Bu dönemlerde doğum bir hekim tarafından değil; herhangi bir tıp eğitimi almamış, bilgi ve becerilerini deneyim /JğğL ile elde etmiş olan ebe hanımlar tarafından mm yapılıyordu. Eski Mısırlılar döneminde ebelik eşsiz bir meslek ve bir bilim dalı olarak görülmüştür. Orta Asya Türklerinde doğuma önem verilmiş, kadınlar güvendikleri ebeler tarafından doğurtulmuştur. Bununla beraber eski Yunan ve Roma medeniyetlerinde ebelik üstün bir vazife olarak görülmüş ve ebeler toplum içerisinde saygı ve sevgi duyulan kişiler olmuşlardır.
Osmanlıda her ebenin bir iskemlesi vardı. Babaanne, içinde zıbın, omuz bezi, etek bezi, ayak bezi, çember, gömlek, kundak, yarım top şal, yeşil duvak bulunan kundak takımını ve ayrıca delikli mavi boncuk bir ufak mazı, şap ve yirmilik altından oluşan nazarlığı da kırmızı bir tüle sararak hazırlardı. Yeşil duvağa bir dilim ekmek ve bir parça şeker sarılarak doğum yapılacak odanın kıble tarafına asılırdı. Doğum başlayınca, çağrılan ebe doğum iskemlesini ve sedef kakmalı asasını alarak yola çıkardı. Doğum yaklaşınca hamile, iskemleye oturtulurdu. Ebe, kendisinin getirdiği kiremit parçasını hamile kadının ayaklarının altına koyardı. Doğan bebek tülbentle sarılır, göbek adı konulurdu. İşte “ebenin örekesi” deyimi ebelerin doğum sırasında kullandıkları iskemlelerinden gelmektedir.
Sonuç olarak “Kocakarı ilaçları” bitkilerden elde edilen ilaçlardır. Modern tıbbın göstermiş olduğu gelişmeler kocakarı ilaçlarına olan ihtiyacı azaltmıştır. Fakat bir takım modern tıp ilaçlarının insanlar üzerindeki yan etkileri görülmüştür. Bu yüzden “alternatif tıp” adı altında geleneksel tedavi yöntemlerine dair çalışmalar yapılmaya başlanmıştır.
(İnsan ve Hayat Dergisi'nden alınmıştır.)
Read more